Şurada paylaştığım üzere (http://peacelilyozge.blogspot.com.tr/2014/03/ey-ozgurluk.html), artık kendine çok çok daha fazla zaman ayırabilen "özgür" bir zat olarak en sevdiğim şeyleri yapmaya başladım yavaş yavaş :)
Haliyle kısa zamanda paylaşacak çok şey birikti sizlerle. Kısa kısa notlarla "taslaklar" klasöründe biriktirdiklerimi toparlayacağım canımın çektiğince :)
"Nihat Genç"in okuduğum bu ilk kitabı, farklı zamanlarda televizyon programlarında anlattıklarının bir derlemesi (imiş). "Aşk Coğrafyasında Konuşmalar"da yazar, toplumsal/siyasal olayları kendine has gözlem ve üslubu ile okurları ile paylaşırken, tarafsızlığını korumaya çalışmış. Bu tarz eserlerde yansız bakış açısı yakalamak son derece önemli. Zira, kendi çizgisini koruyarak objektif gözlemlerle topluma sunulmalı bu kırılgan mevzular.
Geçen yıl, Kitap Fuarı'ndan aldığım ve gerçekten çok merak ettiğim "Frankenstein" ın okunma zamanı bu zamana kısmetmiş demek. Kitap hakkında öncelikle ansiklopedik bilgi:
Felsefi bir roman olan Frankenstein, daha çok korku romanı olarak hatırlanır. Bilinenin aksine Frankenstein yaratığın değil yaratıcısının adıdır. Yaratığın bir ismi yoktur. Romanda toplum dışına itilen, kendi savaşını veren ve bu savaşta yenilen farklı insanların acıklı öyküsü anlatılmaktadır."(kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Frankenstein)
"Frankenstein, 18. yüzyıl gotik edebiyatın yapıtaşlarındandır."(kaynak:http://www.idefix.com/kitap/frankenstein-mary-shelley/tanim.asp?sid=Q7W96XLG98746JLST7M2)
Romanın kahramanı olan tıp öğrencisi "Victor Frankenstein" hastalıklara son verebilmek için yaratıcılığa soyunduğunda ortaya çıkaracağı Ucube'den kendisi de dahil tüm insanların kaçacağını bilmez elbet. Görenlerde korku ve nefret uyandıran bu ucubenin nasıl bir kalbi olduğunun ise kimse için bir önemi yoktur yazık ki. Bunca dışa itilmişlik ve yalnızlık, acımasızlık ve öfke doğurur zavallı Ucube'de. Yaratılanın yaratandan öç alma isteği kamçılanmıştır ve kötü olaylar silsilesi böylece romanımızı oluşturur.
Ben o kadar beğeniyle okudum ki kitapsever dostlarım; -daha yeni de bitirmiş olduğumdan- aslında sayfalar dolusu yazabilecek kadar yoğun hislerim şu anda. Ama okuyacak arkadaşlara haksızlık etmek istemediğimden bu kadarla bırakmak isterim. Ancak şunu demeden edemem: Yalnız bırakılışın hüznü öylesine burktu ki içimi, zannediyorum okuduğunuzda sizler de duyarsınız bunu.
Son derece derin, eşsiz bir kurgu...
En az kitap okumak kadar sevdiğim şey de film izlemek. İşte bu aralar izlediklerimden:
"Hayat Ağacı" ("The Tree Of Life"), şüphesiz ki üzerinde yorum yapmanın biz sıradan(!) izleyicileri zorlayacağı bir yapıt. Üç erkek çocuk sahibi Amerikan bir aileyi merkeze alan filmde otorite, sevgi, inanç ve pek çok insani konu yansıtılıyor. Baba-oğul ilişkisinin de işlendiği filmde oyunculukların gerçekten kusursuz olduğu, başrolde bulunan çocuk oyuncu "Hunter McCracken" ın performansınınsa ayrıca dikkate değer olduğunu söylemek gerek. Son derece otoriter bir baba figürünün yanında aile üzerinde pek de etkisi hissedilmeyen bir anne portresi izlemekteyiz.
Bundan başka yönetmenin altı saati aşan çekimlerinden 140 dakikaya indirdiği filmde daha söz edecek şey çok illa ki. "Terrence Malick"in, daha önce çok beğenerek izlediğim filmi "Yeni Dünya: Amerika'nın Keşfi" ("The New World") nden de aşina olunan görsel şölen tadındaki çekimleri ise burada biraz daha doğa belgeseli tadında sunuluyor (evrenin yaratılışı, yerkürenin halleri, uzay görüntüleri gibi) diyebilirim.
Finalde, belki birkaç defa daha izlemem gerekli hissiyatını uyandırdı film bende. Haliyle çok uzun süreli bir oluşu ve de ev ortamında izlemiş olmam, illa ki beni zorladı. Tahmin ediyorum kaçırdığım noktalar olmuştur. Şimdiye kadar izlediğim hiç bir film gibi değil.
Aslında daha yazacağım birkaç film daha vardı. Ama sıkıldım. Bu yüzden şimdilik bu kadar blogcanlar. Bol kitap bol film hepimize :)
Sevgiler...