29 Aralık 2011 Perşembe

DUYURU!!!




http://www.facebook.com/photo.php?
fbid=10150492157489182&set=a.10150492153129182.403902.180936529181&type=1&theater

Maskeli Balo ve Onun Sahte Yüzleri...

Athena'nın yapıtığı Yeni Türkü şarkısı olan "Maskeli Balo". Dinleyebileceğimiz en güzel coverlardan birisi bana göre. Paylaşmak istedim:







Ne çok maske takanlarla karşılaşıyo insan yaşamı boyunca. Kim bilir bazen kendisi de giyiyo, belki giymek zorunda kalıyo...Belki de giymek gerekiyo...Kim bilebilir?

27 Aralık 2011 Salı

Bu Yazı Kendime Aslında!

    Ben de mi bi gariplik var? Nedir bu yeniyıl coşkusu, bir beni mi etkilemez? Bi umutlanmalar, 2012’den beklentiler, ümitler…”Bu yıl şu olmasın, bu olmasınlar...”
 Yılbaşında napıyosunuz/ Nerde kutluyosunuz?” sorusuna "Evdeee" cevabını vermek stres yarattı artık üzerimde sanırım…"Bi hazırlığa girmediğim için tuhaflık mı var?" diye düşünmeye başladım...Öylece evimde sakince gircem işte yeni yıla noolmuş…? 2012'DE YAPILACAKLAR listesi de yapmadım henüz, yapmaya da niyetim yok...Takvimden kopacak bir yaprak altı üstü...Herşey devam edecek işte kaldığı yerden...



   Yok kimseye bi kızgınlığım, esasında kendime birazcık sitemim...Şu ruhsuz halet-i ruhuyem acıcık harekete geçse ne var a dostlar...Hep bi realist bakmalar olaylara, mantık aramalar...Eğlen işte sen de herkes gibi, coş bu bahaneyle di mi? Olayın ahengine kapıl, sürüklen, bırak kendini, hayaller filan kur ne bileyim...Yok,,,olmaz ille de karamsarlık!!! Gerçekçi olmak ne kazandırdıysa bu kadar zaman...Bu durumda ben de 2012'den "Hayalperestlik" diliyorum kendim için, ahanda bu gazla, şahidimsiniz...Kim bilir belki bir başlangıç olur :)

24 Aralık 2011 Cumartesi

Kızlarda Prenses Sendromu!

   Bugünkü Milliyet'ten ilgimi çeken bir haber:

"ABD’li bir psikolog, masallardaki ‘güzellik’ ve ‘kusursuzluk’ vurgularının kız çocuklarının psikolojilerini olumsuz etkilediğini öne sürdü...

    ABD’li psikolog Jennifer L. Hardstein, “Princess Recovery” (Prenses Kurtarma) isimli kitabında kız çocuklar için tehlike içeren masal karakterlerinin “Prenses Sendromu”na yol açan zararlarını aktardı.  Hardstein’a göre, klasik masallardaki “güzellik” ve “kusursuzluk” vurguları kız çocuklarının yanlış bir psikolojide büyümesine neden oluyor. Özellikle en az iki yaşındaki kız çocuklarını tehdit eden bu sendrom, masal kitapları ve Disney’in geliştirdiği çizgi film karakterleri yüzünden gerçek değerlerin fark edilmesini engelliyor. “Uyuyan Güzel” veya “Sindrella” gibi masallar, bir kızın sevgi ve itibar kazanması için güzelleşmesi ve iyi giyinmesi gerektiğine dair mesajlar içeriyor. Bu mesajlarla büyüyen kız çocukları, özgüveni yanlış tanımlıyor ve zeka, cömertlik, tutku gibi değerlerin önemini gerektiği kadar algılayamıyor. Ayrıca çocukların, özgüven arayışını maddiyatta bulmaya çalışmasına yol açıyor. Harstein, Barbie bebekler, ağır makyaj altında kusursuz görünen televizyon yıldızlarının kötü etkilerine karşı aileleri uyardı."

23 Aralık 2011 Cuma

Müdüre Hanım Ben Doktorum Ama...

   Yapılacak işlemlerinde kullanılacak belgeleri işitince çılgına dönen doktor hanım alışıldığı üzre yetkili ile görüşmek ister. Müdür yardımcımıza "Bakın Müdüre Hanım, ben doktorum" şeklinde başlayan ve karşısındakinin araya girmesine fırsat tanımamacasına monolog şeklinde anlamsız cümleleri karşısında zaten işi başından aşkın olan yetkili kişimiz  şöyle girer söze:



    "Öncelikle mesleğinizin bizim işimizle hiç mi hiç alakası yok"
Gerisini hatırlamıyorum, bu kadarını duyunca derin bir oh çektim ve doktor hanımın gökkuşağındaki renkleri sırasıyla alan suratını görmek bana yetti. 
   İş hayatına atıldığımdan beri karşılaştığım bir manzaradır. Ne çok seviyoruz kendimizden çok ünvanlarımız konuşsun. Zora geldi mi hemen "Ben Emekli Albayım" yok efendim "Hakimin eşiyim." Kapılardan içerilere ünvanların/selamların/telefonların girmesi durumu var bi de beni delirme noktasına getiren...Zaten olacak bi iştir, hani zorlasan da on dakikalıktır ama vatandaş işi olmayacak kanısı ile "Bölge müdürünün selamını getirdim." der evraklarını verirken. Daha o yolda iken ilgili kurum aranmıştır zaten özel ilgi-alaka-sevgi-şevkat gösterilsin gibilerinden. Nasıl bir ülkede yaşamaktayız ne memuruna güvenir olmuşuz ne devletine. Hep işimi  uzatıyorlar, zora koşuyorlar, zorluk çıkarıyorlar kanaati...Herkes stres topu...Of-of-of yani oooooooooof!!! İyki Cuma bugün, yarın kimsenin yüzünü göresim kalmadı. Bu şartlar altında kariyer planımın en tepe noktasında EV HANIMI olmak var. Ya Rab şu yılbaşında piyango bana vurdu mu basıvercem istifamı, kararım karardır!!!

22 Aralık 2011 Perşembe

21 Aralık 2011 Çarşamba

Aylinle Soner Evleniyooo

  
 "Bu akşam mutlaka 'Öyle Bir Geçer Zaman Ki' yi izleyin, Soner'le Aylin evleniyo" dedi arkadaşım. Hiç dizi izleyememe rağmen sırf şu sevimli Osman hatrına tam bir sezon boyunca hiç kaçırmadan takip etmiş, ancak bu sezon itibariyle bırakmıştım bu diziyi. Ve fekat Soner&Aylin aşkı benim için dizinin en can alıcı, insanın içini dağlayan mevzusuydu. Dünkü bölümü de kaçıramazdım, bu bomba haber karşısında.

   Daha çok Mete'nin düğünden kız kaçırmaca-kötü adamlardan  kaçmaca konusu etrafında dönen akşamki bölümde, cesur yürek Mete'nin tam da köşeye sıkıştığı anda Soner ve ekibinin (en başta Süleyman elbette) "Yetiş Bacım"  şeklinde olaya el koyuvermeleri karşısında herkes gibi ben de bir ohh çektim. Keyiflenen ekibin hele ki Süleyman'ın gitarı eline alıp gençlerin arasında sahneye karışması karşısında söyleyecek söz bulamadım. Her eve en acilinden bir Süleyman gerek gerçekten :) (Bu arada ben kendisini bu dizi ile tanısam da oyunculuğunu çok başarılı bulduğumu belirtir, meraklılarına dipnot düşmeyi faydalı bulurum):

"1968 yılının herhangi bir ayında dünyaya gelen Recep Renan Bilek, Galatasaray Lisesi mesunu olup, müzisyen kimliğinin önüne, sağına soluna ve bazende arkasına tiyatro oyunculuğunu da koymuş,kimine sorarsan başarılı bir müzisyen kimine sorarsan başarılı bir tiyatro oyuncusu... Lise yıllarında Leke adlı bir müzik grubunun üyesiyken grubun dağılmasının ardından "Leke" adında hard rock unsurlarının bolca bulunduğu başarılı diyebileceğimiz bir albüm peyda etti. Daha sonra kendince haklı nedenleri olabilir ama İstanbul'a küserek (öyle tahmin ediliyor) İzmir'e yerleşti 2005 yılında İzmir onu kustu. İzmir'in mide asitlerine bulanmış bir şekilde kendini İstanbulda buldu. Leke isimli albümün çok fazla duyulmamasının tek sorumlusu ise

popülariteye karşı bünye sorunu yaşayan Renan Bilek'tir. Sanatçı politik olur mu geyiğine karşı en güzel cevabı Politik görüş itibarı ile ulusal sol çizgide vermektedir. Yurtsever Cephe'nin mitinglerinde ve Küba Dostluk Derneği'nin düzenlediği dostluk konserinde yaptığı gösterilerle yalnızca müzik değil, meddahları parmakmasız bırakan yetenekle de karşımıza zırt pırt çıkıyor. Son olarak Dizi Hayatına Atılan Recep Renan Bilek Öyle Bir Geçer Zamanki Dizisinde Rol Alıyor."


Ayrıca akşamki performans için tıklayınız: 

   Aylin&Soner aşkına bakarsak gene kavuşamadılar, deli oluciim!!! Tuttu düğün günü Murat, Soner' e ceza olsun diye kendini vurdu, e zaten ölecekti ama Soner kendinden bilcek şimdi, vicdan yapcak olmaz ki. E bi de Berrinle Ahmet var, onlara da ayrı bi içim kıyıldı...
Amaaan izlemicem işte haftaya, hem ben bu sezon bırakmıştım. Eylül'den bu yana (yani 4 ay geçmiş) ilk izleyişim olmasına rağmen her şeyi anladım. Nasılsa ertesi gün işyerinde konuşuyorlar izleyenler. 4 ay sonra gene bi bölüm izlerim olmadı, belki bu defa evlenirler de hem benimkiler :)

19 Aralık 2011 Pazartesi

Zuhal Olcay - Neyse

Her yorumunu başarılı bulduğum, dinlemeye doyamadığım şarkısını paylaşmak istedim, paylaştım:

(Zuhal Olcay - Neyse - Güldünya Şarkıları)


16 Aralık 2011 Cuma

İklim notumuz berbat durumda



   Aslında geçen haftanın haberiydi ama konu her daim güncelliğini koruduğundan şimdi paylaşmakta sakınca görmüyorum ben.

"Türkiye, küresel iklim değişikliğiyle mücadelede tüm kıtalardaki en kötü performanslardan birini sergiliyor. Sondan dördüncü sırada yer alan Türkiye’yi Kazakistan, İran ve Suudi Arabistan takip ediyor."


Ayrıntılarını okumak için tıklayınız:

14 Aralık 2011 Çarşamba

"Hayır" Diyebilmek

   Kısa bir zaman önce aldığım kararlardan biri "Hayır" demeyi öğretmekti kendime...İki kez elime geçen fırsatı değerlendirdim. Ha, ikiden fazla fırsat çıkmadı mı karşıma? Çıktı...Çıktı da...E ben daha yeni başlıyorum canım. Yavaş yavaş olucak, di mi? Geçtiğim dersler ise şunlar:

   1) Aile hekimime ilaç yazdırmaya gittim. Tabi bunun için müdürümden yarım saatlik izin almışım. Bu nedenle sabah sağlık kurumuna en önce gidenlerdenim ki, ilk numarayı ben alabileyim. Doktorlardan bile önce gitmiş sıra numaramı almış, ilk olmasam da ilk beşe girmişim, mutluyum...Bu sırada doktorumuz gelmiş sıra ile hastaları almaya başlamış, içerisi yavaş yavaş kalabalık olmaya başlamış, sıra numaraları hızla ilerlemiş, sıranın bana gelmesine bir kişi kalmış. Derken; çok uyanık olduğunu zanneden bir bayan "Sıradaki kim acaba, rica etsem sıranızı bana verir misiniz? Ben sadece çocuğumun sonuçları çıktıysa ilaç yazdıracağım" demez mi? Normal şartlarda, yani ben, bu uyanık insanlar tarafından salak yerine koyulduğumu anlamadan önce nazikçe "Aaa tabi lütfen buyrun" derdim. Ama artık uyandım, böyleleri kesinlikle sıra beklemeyi bilmeyen ve saniye sabretmeye tahammülleri olmayan saygısız insanlar. Her yerde öncelik isteyenler, ayrıcalık bekleyenler... (Hizmet sektöründe çalışan kamu personeli olarak kesinlikle acımasızca değil sözlerim, emin olabilirsiniz. O kadar iyi gözlemledim ki; artık onları hareketlerinden/bakışlarından/mimiklerinden tanır oldum:) Neyse dedim ya artık "Hayır!" demeyi öğreniyorum diye. Aynen şöyle dedim:  
   "Ben mesaime yetişeceğim (bunu şundan dolayı dedim, çok yüksek bir olasılıkla  kendisi ev hanımıydı), ayrıca ben de sadece ilaç yazdıracağım ve araya girmekle yalnızca benim değil benden sonra sıra alanların da sırasını alacaksınız, şu an sıradaki herkesten izin almalısınız." (istedim ki, kaç kişiye saygısızlık ettiğini anlasın.)
Ve sıram geldi, girdim. (İlk dersimi başardım böylece.)

   2) İş yerinde, lavaboda karşılaştığım sırası benden sonraki, gene yukarıda anlattığım modelde bir bayan "Siz de mi çok sıkıştınız, ben çok sıkıştım da, önce girebilir miyim" diyerek beni şok etti. Yani, iki-üç yaşlarında tuvalet eğitimini yeni öğrenmiş çocuk bile yapmaz bunu dedim ve gayet sert "Evet ben de çok sıkıştım"  diyerek sırama sahip çıktım. (Haketmemiş mi ama siz söyleyin.) Ama "HAYIR!" demeyi öğrenmeye niyetlenmesem, (kendimce) nezaketten ödün vermez sıramı verirdim. Ama yok, artık bu uyanıklara sıra beklemeyi öğretmeye kararlıyım ben. Gerçekten medeni toplum olmanın bir göstergesi bana göre...Sessizce, saygıyla, sabırla beklemeyi bilmek...

13 Aralık 2011 Salı

Sıklamen Çiçeği

  Saksı çiçeklerine meraklı olduğumu bilen dostlarımız hafta sonu hediye getirdi bu harika çiçeği...Bakımı biraz zormuş, (kendisi de meraklı da, bakamamış sıklamene) Umarım ben başarılı olurum. Bakımı için önerileri benim gibi meraklılar için paylaşıyorum:
 Cyclamen; yarı gölge ya da gölge alanlarda yetişir. Rutubetli toprak ve serin ortam sever. Mayıs ayına kadar çiçek açmaya devam eder. Tohumları yaz sonunda ekebilirsiniz. Kışın ve ilkbaharda çiçek açar.
Nasıl Yetiştirilir?
- Üretimi yaz sonunda tohumla yapılır.
- Kışın ve ilkbaharda çiçek açar. Pembe, mor, beyaz, kırmızı renkleri vardır.
- Yaklaşık 15 santimetre boylanabilir.
- Dayanıklı bir bitkidir.
- Nemli ve humuslu topraklarda iyi gelişim gösterir.
- Yaprakları düz ya da damarlı olabilir.
- Kendi kendine döllenir.
- Beş yılda bir ayırma yöntemiyle çoğaltabilirsiniz.
- Yaprakları etli ve kalp şeklindedir. Yaprak uçları düz ya da kıvırcık olabilir.
- Soğuk iklimlerden hoşlanır.
Çiçeğinizin sağlıklı gelişmesini istiyorsanız, aydınlık ve serin ortamlara yerleştirin.
- Toprağının nemli tutulmasını ister.
Çiçeğinizi alırken tohumlarının çok açmamış olmamasına dikkat edin.
- Doğrudan güneş ışığından hoşlanmaz.
- Tohumları ekerken aralarında yaklaşık iki santimetre mesafe bırakın.
- Havalar ısınmaya başladıkça siklamen de kendini bırakır. Yaprakları ve çiçeklericanlılıklarını kaybetmeye başlar. Ama bitkinin yumrusu canlı kalır.
- Yapraklarını ve çiçeklerini döktükten sonra siklamenlerinizi sulamayın.
- Bitkinin yumrusunu, serin ve karanlık bir yerde saklamanız gerekir. Yumruyu iyi sakladığınız sürece çiçeklerinden mahrum kalmazsınız.
- Yeniden havalar soğuyunca, yumruyu saksıya dikip, sulamaya başlayabilirsiniz.
İlkbaharda saksısını değiştirin. Çiçekli olduğu günlerde 15- 20 günde bir sıvı gübre verebilirsiniz. Bulunduğu yerin çok sıcak olmamasına dikkat edin. Ortalama 12- 18 derece sıcaklık idealdir. İyi korunan bir yumru , yıllarca çiçek verebilir. Toprağı sürekli nemli tutun. Fazla sularsanız, çiçekli kalma süresi kısalır. Zaman zaman yapraklarına su püskürtün.Çiçeklenmesi sona erdikten sonra su isteği azalır. Yüksek nemi sever. (kaynak:http://www.bahce.gen.tr/siklamen-cicegi.html)

10 Aralık 2011 Cumartesi

Sonumuza doğru...

Kutup ayıları birbirini yiyor
Fotoğrafa güçlükle bakıyorum, ama görmeli dedim dünyamız  nereye gidiyor...


Buzlar eriyince, fok avlamak için uygun alan bulamayan kutup ayıları birbirlerini yemeye başladı. Bir yavru ayıyı öldürüp yiyen yetişkin ayının fotoğrafı felaketin habercisi
Gıda sıkıntısı çeken kutup ayıları birbirlerini yemeye başladı... Norveç'e bağlı Svalbard takımadalarında yaşanan olayı, çevre haberleri yapan serbest fotomuhabiri Jenny Ross görüntüledi. Fotoğrafta, yetişkin bir kutup ayısı, yavru ayıyı, fokları avlamakta kullanılan yöntemle başından sertçe ısırarak öldürürken görülüyor. Öldürdüğü yavruyu sakin bir yere götürerek yiyen kutup ayısı daha sonra gözden kayboluyor. Kutuplardaki buzulların erimesi nedeniyle, fok avlamak için kullandıkları buz platformlarından mahrum kalan ayılar, karınlarını bu şekilde doyurmaya çalışıyor. BBC'ye konuşan Jenny Ross, 'Buzlar yok oldukça, ayılar birbirlerini yemeye devam edecek. Fotoğrafları Amerikan Jeofizik Birliği'nin yıllık kongresine sundum' dedi. 

7 Aralık 2011 Çarşamba

Dünyayı kurtaran adamlar :)

Merak ediyorum; her işyerinde, en ağır/en çok işi kendisinin yaptığını/o olmadan işlerin yürümediğini/hatta bir tek kendisinin çalıştığını düşünen, adeta dünyayı kurtaran adam olduğuna gönülden kendini inandırmış, sürekli söylenen/sızlanan/homurdanan/ağlayan en az bir (ya da birkaç) çalışan olmak zorunda mı?

6 Aralık 2011 Salı

Abla Ben Biraz Kalın Kafalıyım Da...

    Memurun,  aynı mevzuyu tam üç kere anlatmasına rağmen konuyu hala  anlayamayan vatandaş memurdan rica eder:

   "Abla, ben biraz kalın kafalıyımdır da, bi daha anlatır mısın?"

   Sevimli bir yaklaşım doğrusu... Kendisine atfettiği sözcük kötü olsa da genellikle görmeye alışık oluğumuz stresli-gergin-köpürmüş  vatandaş profilinden  uzak oluşu dikkatimi çekti. 
  O kadar çok karşılaşıyoruz ki, en ufak bir durumda hizmet veren personele  patlayan insanlarla...Halbuki aramızdaki ilişkinin kaynağı nedir? Benim hizmet veren, karşıdakinin de hizmet talep eden oluşu...Ama bu unutuluyor çoğu kez...Saygı kaybediliyor, çizgiler aşılıyor, sesler yükseliyor...Kimsenin kimseye bunları yapmaya hakkı yok oysa. Zamanımızın en büyük kısmını iş yerlerimizde harcıyoruz. Böyle yıpratıcı davranışlara gerçekten çok kızıyorum, üzülüyorum.

1 Aralık 2011 Perşembe

Kaplumbağa Terbiyecisi

   Emre Caner, kitaba ismini verse de "Osman Hamdi Bey"i anlattığı romanında meşhur "Kaplumbağa Terbiyecisi" adlı tablosundan pek bahsetmiyor. Daha ziyade onun farklı yönlerini anlatıyor ki; ben kendi adıma  Osman   Hamdi Bey'i tanımadığımı öğrenmiş oldum. Çok çalışmış ve aydınlanma düşüncesinin tohumlarını serpmiş bir adam...Gerçekten çok yönlü: Sanat, arkeoloji, müzecilik, resim...Bunun yanı sıra bürokrat...

Yazarın dili sade ve akıcı. Bunun sonucu, kitap gayet sürükleyici. Özellikle ilk sayfalarda akıcılığa kapılıp gidiveriyor, elinden bırakamıyor kitabı insan. Yarıdan sonra tempo hafiften düşüyor. Ancak tavsiye ederim okunmasını...Biraz tarih, biraz kültür, biraz sanat...Aslında kocaman bir hayat...

Keyifli Okumalar... 

30 Kasım 2011 Çarşamba

Günün Sözü :)

   "Hz. İsa ve Sokrates gibi benim değerim de sonra anlaşılacak."
                                                 İmza - Nihat Doğan - (Teke TekProgramı)

28 Kasım 2011 Pazartesi

Dedemin İnsanları


   "Çağan Irmak" ismini duyunca izlemeye gayret gösteriyorum. "Dedemin İnsanları" konu itibariyle ilgimi de çekince vizyona girer girmez koştum...İzmirli olarak; bir dede Selanik, diğeri Makedonya, anneannenin babası da Giritli ise gel de ilgini çekmesin...Bayılırım yöresel ağızlara ("Dondurmam Gaymak" tek geçtiğim filmdir bu anlamda) ki; Çağan Irmak çok başarılı aktarır bunu beyazperdeye. Vazgeçemediği oyunculara da borçlu bunu elbette...Çetin Tekindor, Hümeyra gibi alışık olduğumuz ustaların yanı sıra Yiğit Özşener, Gökçe Bahadır, Sacide Taşener  gibi isimler son derece başarılıydılar. "Ozan" rolündeki çocuk oyuncunun da performansı muhteşemdi. Abartıdan uzak, yalın, içimizden biri gibiler oynarken...Çağan Irmak'ın en çok da bunu yakalaması çok hoş. Duygulanırken, gülümseten de bir film olmuş...
    Ama benim bu defa gözüme batan yanları olmadı değil...Hep Mahsun Kırmızıgül' e yapılan bir eleştiridir (ki, benim de Mahsun'da en çok gözüme batandır)- mesaj verme-çok çok konuyu işleme derdi - 
işte Ç. Irmak da burda onun derdine kapılmış biraz...Mübadele, 12 Eylül, taşra insanının ikiyüzlülüğü, bir çocuğun büyümesi, anarşist diye tutuklanmış ve gözaltında kaybolmuş aşkını bekleyen yalnız bir kadın, Türk-Kürt kardeşliği mesajları, eşcinsel bir çift... Kısacası bir dağınıklık var. Bir de şaşırtıcı finali ben yakıştıramadım kahramanımıza...Bu eksiklere rağmen ellerine sağlık diyor, mutlaka görünüz diyorum...

    İyi Seyirler...!

26 Kasım 2011 Cumartesi

Deneyiniz...

 

"Kenton"dan Çikolatalı-Portakal Parçacıklı Puding...Bence başarılı...Deneyiniz...


   

25 Kasım 2011 Cuma

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü

Konuyla ilgili olarak geçen yılki paylaşımımı anımsatmak istiyorum:

Gel demekle bahar gelmiyor...

   En son paylaştığım postta bahsettiklerime cevap vermiş sanki Hasan Pulur dünkü köşe  yazısında. Ben de sizlerle paylaşıyorum:
"Gel demekle bahar gelmiyor...
   Her toprakta, her bitki yetişmiyor. Sadece toprak mı, havası, suyu, iklimi de uyacak, kaynaşacak.
Diyeceksiniz ki onun çaresini buldular, veriyorlar hormonu, uzaktan bakışta işte domates, işte patlıcan diyorsunuz, yemeğe gelince başka bir şey, tadı yok...
Demokrasiler böyle.
* * *
Her toplumda demokrasi gelişir mi?
Kolay mı, gelişmiyor işte...
Diktatöre karşı ayaklanmak yetmiyor.
Adam demokrasi alfabesini bilmiyor ki, sadece duymuş, sanıyor ki diktatörü devirdi mi demokrasi gelecek...
İşte Mısır!
Mübarek gitti ne oldu?
Yine “Tahrir” meydanı kan döküyor, birkaç ay önce Mübarek’e karşı ayaklanmışlardı. Mübarek gitti ama bekledikleri gelmedi, aslında beklediklerini onlar da bilmiyorlar ya!
* * *
Amerikalılar Irak’tan elini çeksinler, Saddam’ı idam etmenin demokrasiyi getirmek olmadığını anlayacaklar.
İşte LibyaKaddafi’yi linç etmek demokrasi için yeter mi?
* * *
Hele bazıları toplanıp Suriye’de demokrasi istiyorlar, komik ki komik?
Hâlâ kadınların otomobil kullanmalarını kabul etmeyen, bunun için mücadele(!) verenleri gördükçe...
Şu Arap Birliği’ne bakın ensesi en kalın olanlar kim?
Suudi Arabistan mı, Katar mı?
Bunlar mı demokrat?
Komik oluyor komik. Hele bunları savunanlar... Başbakan Erdoğan’ın sözlerini ileri ömrümüz boyunca unutmayacağız.
“Siz bu işleri nasıl başardınız?” diye soranlara:
“Laik hukuk devletiyle” demiş...
İşte bu, işte bu kadar!
Siz Türkiye Cumhuriyeti’nin, bunca badireye rağmen ayakta kalışını merak edenlerden misiniz?
* * *
Bizde o da var, bu da var, şu da var demekle demokrasi var olmuyor, demokrasi o topraklarda da yeşerir ama, inanan olursa.
Kapı çalmış, kadın açmış, bir adam:
“Ben Mehmet Efendi’nin askerlik arkadaşıyım...”
Kadın, “buyur etmiş”, “Bizim bey birazdan gelir” demiş...
Biraz sonra gelmiş, askerlik arkadaşıyla sarmaş dolaş olmuşlar, adam karısına sormuş:
“Arkadaşıma yemek çıkardın mı?”
Kadın boynunu bükünce, adam kükremiş:
“Ee kadın, tencere mi yok, tava mı yok, tabak mı yok, çatal mı yok, bardak mı yok, sürahi mi yok?”
Kadın dayanamamış:
“Bakın hiç yağı, unu, şekeri, eti, pirinci, tuzu, biberi ağzına alıyor mu?”
“Demokrasi” diyorlar, gerisini sormuyorlar.
“Bahar” demekle, Arabistan’a bahar gelmiyor." ( milliyet gazetesi,24/11/2011,hasan pulur )

23 Kasım 2011 Çarşamba

Türkiye'de Demokrasi Var Mı?

    Memleketin Hali'nde (Çarşamba 20:20'de Habertürk TV'de) bu hafta Gazeteci Balçiçek İlter, Siyaset Sosyoloğu Nur Vergin ve Siyaset Bilimci İhsan Bal Türkiye'nin imajını tüm yönleriyle ele aldı.


    Gündemdeki iç ve dış politikaya ilişkin konulardan bahsedilirken bir ara tartışma konusunun başlığı "Türkiye'de demokrasi var mı?"  oldu. Bana kalırsa, bu konu  hala oturulup tartışılıyorsa cevap zaten ortadadır. Zannetmem ki; demokrasinin içselleştirildiği ülkeler otursun da bu mevzuyu tartışma konusu yapsın; değil mi? 

21 Kasım 2011 Pazartesi

Gine domuzu - Guinea Pig - Ginepig

inanılmaz sevimliler değil mi?
    Bugün, bayramda görüştüğümüz dostlarımızın evlerinde kısa bir süre misafir ettikleri çok sevimli bir evcil hayvandan bahsetmek istedim. Bilenler/besleyenler vardır mutlaka ama benim için taze bir bilgi olduğundan paylaşma ihtiyacımı mazur görünüz:)  

   Gine domuzu ya da Kobay (Cavia porcellus), tıknaz, birçok renkte ve şekilde tüyleri olan evcil kemiricidir. Özellikle Amerika veAvrupa’da oldukça popüler bir evcil hayvandır.Yaklaşık on bin yıl öncesine tarihlenen ilk evcil kobay kemikleri Peru’da bulunmuştur. Tıpkı bugün olduğu gibi o dönemde de   Güney Amerika’da kobaylar etleri için besleniyordu. Kobayların yetiştirilmesinden kadınlar sorumluydu. Gerektiğinde kesip yemeğini pişiren gene kadınlardı. Özellikle İnka döneminde evcil kobayların yetiştirilmesi iyice yayıldı.

İspanyolların Güney Amerika’yı keşfetmeleriyle beraber evcil kobaylar Avrupa’ya taşınmaya başlandı. Zamanla Avrupa’da ve tüm dünyada evlerde beslenen popüler bir hayvan haline geldi. Son yıllarda Türkiye'de de popüler olmaya başlayan kobaya, sıklıkla guinea pig ya da ginepig denmeye başlanmıştır. Bu isimler kobayın doğrudan İngilizce karşılığından alınmıştır. Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde ginepig diye bir madde yoktur. (kaynak: wikipedia.org)

20 Kasım 2011 Pazar

Pelikanos :)






















(Karşıyaka) Bostanlı sahilini ziyaret eden pelikanlar...İzlemek çok keyifliydi...Profesyonel bir fotoğraf makinem yok yazık ki, görüntüler muhteşemdi, benimkiyle bu kadar yansıyabiliyor karelere... 

17 Kasım 2011 Perşembe

Bay Hiçkimse - Mr. Nobody


                                                       (Beyazperde.com'dan:)

Jaco van Dormael’in üçüncü uzun metrajlı filmi, kendi sözleriyle 'herkesin karşılaşabileceği sonsuz olasılıklar hakkında gerçekten de yüksek bütçeli deneysel bir film'. Indiewire, Belçikalı yönetmenin bugüne kadarki en yüksek maliyetli bu filmini 'hem bilimkurgu, hem romans hem de Lynchvari bir zihin oyunu' diye nitelendiriyor. Başlıkta bahsi geçen Bay Hiçkimse, 2092 yılında dünyada kalmış son ölümlü olan 117 yaşındaki Némo adlı bir adam. Ölüm döşeğindeki Némo genç bir çocukken bir peronda durduğunu hatırlar. Tren kalkmak üzeredir. Annesiyle birlikte mi gitmeli, yoksa babasıyla mı kalmalıdır? Bu karar, sonsuz sayıda olasılığı doğuracaktır... Ve pek çok gezegen, iki ölüm ve sevilecek kadınlar...


Uzun zamandır bu kadar keyif alarak izlediğim bir film olmamıştı. Kafa yorarak izlenen, sonrasında etkisinin sürdüğü filmlerden. Oyunculuklar son derece başarılı...Çok etkileyici ve başarılı bir film hakikaten...

16 Kasım 2011 Çarşamba

Biraz Kelime Bilgisi...

    Karşıma bilmediğim bir kelime çıktı mı, bir kenara not alır, anlamını araştırırım sonradan...Bugün, "Niye bloğumda paylaşmıyorum ki?" dedim. Hem kendim için kalıcı olsun, hem de meraklısına katkım olsun...
    
   KALLAVİ: 1. Vezir ve sadrazamların giydikleri bir çeşit kavuk.
                      2.  Çok iri, kocaman. (kaynak:tdk)
   
  TEVAFUK: Birbirine uyma, uygun gelme. (kaynak:tdk)

15 Kasım 2011 Salı

Hayat Paylaşınca Güzel La-la-la-la-la-laaa.....

   Ne güzel söylemiş Sertab gene, hep beraber dinleyelim mi?

En çok da şurasını sevdim:

"Naparım tek başıma doğuşunu güneşin?"

13 Kasım 2011 Pazar

Atatürk Çiçeği

 
     (Eğitim nedeniyle gittiğim şehir) Ankara'dan evime döndüğümde eşimin benim için aldığı adı gibi güzel bir çiçek karşıladı beni. Adının nereden geldiğini merak edip araştırdık. 
Atatürk çiçeği (Euphorbia pulcherrima), anavatanı Meksika ve Orta Amerika olansütleğengiller familyasına ait bir çiçek türü.
İngilizce adı Poinsettia' olan bu bitkiyi 19. yy'da Meksika'dan ABD'ye götüren ve yaygınlaştıran ABD'li devlet adamı, psikiyatrist ve bitkibilimci Joel Roberts Poinsett'den alır. "Atatürk" adı ise, bir süs bitkisi olarak Türkiye'de yetiştirilmesi ve tanınmasına ön ayak olanMustafa Kemal Atatürk'ten gelir. Ancak çiçeğe ismi Atatürk vermemiştir. Yetiştirilmesi sırasında görev alan bitki bilimcilerden gelen öneri üzerine bu isim takılmıştır. Bu çiçeğin dışında dünyada devlet adamı ismi taşıyan herhangi bir bitki yoktur. [1] Bitkinin diğer bir adı da "Noel yıldızı"dır. Atatürk çiçeğinin çeşitleri yoktur ama rengi koyu kırmızıdan pembeye doğru değişebilen çeşitleri vardır." (kaynak: wikipedia.org)

10 Kasım 2011 Perşembe

En Sevdiğim Fotoğraf



   O'nu en sevdiğim fotoğrafıyla anmak istedim bugün...En derin sevgi-saygı-şükranlarımla...

8 Kasım 2011 Salı

Kahveci Hacıbaba

   Bayılırım Türk kahvesine...Tavsiye üzerine Ankara-Kızılay'daki Kahveci Hacıbaba'ya gitmiş ve oldukça beğenmiştik. Kahve-severler için (paylaşıyorum) oldukça zengin menüsünün yanı sıra sunum da usulüne uygundu(Kahve fincanının kenarına bırakılan lezzetli bir adet lokum ve minik bir bardak su ile).



   "Kumda-DamlaSakızlı-Sütlü-Çikolatalı ve Menengiç Kahveleri"nden hepsini denedim ve bayıldım. İçlerinden Menengiç benim için ilkti ve farklı bir lezzetti. Daha iri taneli olan kahve sanıyorum ki daha iri çekiliyor. Fincanın dibinde kalan telve de iri olduğundan fal bakmaya uygun bulmadım ben:) Ancak tadı neffis..! 
   
       Meraklısına araştırdım:
"Menengiç veya mengüç kahvesi olarak adlandırılan kahve, antepfıstığının yabanisinden yapılan bir içecek. Yöresel bir tat olarak, Urfa yöresinde, sıkça kullanılan menengiç kahvesi, sağlık açısından da oldukça faydalı bir kahve.
MENENGİÇ (MENEGÜÇ) KAHVESİNİN FAYDALARI ;
* Öksürüğü keser.
* Balgam söktürür.
* Nefes açıcıdır.
* Nefes darlığına iyi gelir.
* Antiseptik özelligi vardır.
* Göğsü yumuşatır.
* Solunum yollarına faydası vardır.
* Ayak terlemelerini önler.
* Yaraları tedavi eder.
* Böbrek kumlarının dökülmesine yardımcı olur.
* Ses tellerine iyi gelir.
* Mide ağrılarını dindirir.
* Kalp yetmezliği riskini azaltır.
* Afrodizyak etkisi vardır.
*Yağlı bir içecektir, yüksek E vitamini ve doymamış yağ asidi düzeyi ile kandaki kolesterolü düşürmeye
kalp ve damar sertliğini önlemeye yardımcı olur."
MENEGİÇ KAHVESİNİN YAPILIŞI ; Menengic Kahvesi TÜRK KAHVESİ tarzında ağır ateşte pişirildiği gibi, hazır kahve tarzında da kullanılabilir.
TÜR KAHVESİ GİBİ PİŞİRMEK İÇİN : Bir Çay fincanı SÜT için bir tatlı kaşığı, Kahve Fincanı için bir kahve kaşığı Menengiç Kahvesi cezveye koyarak kısık ateşte bir taşım kaynatınız. Bir dakika bekleterek Şekerini isteğe göre ayarlayıp servis yapınız.
 Fincanda da böyle iri taneler kalıyor işte...

Ben ilk bulduğum yerden alacağım,  kendim de deneyeceğim...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...