31 Mayıs 2012 Perşembe

"Kürtaj ve Sezaryen" İle Halkı Oyalamak...




(resim:estanbul.com)


"Kadın" üzerinden siyaset, "din" üzerinden siyaset, "laiklik" üzerinden siyaset...(bu liste daha da uzayabilir.) Bunlar çok yapıldı, çok çizildi, çok oynandı...Artık doyduk...Boş/kof gündemlerden halk olarak yorulduk...Gerçek/öncelikli sorunlara çözüm üretemeyen hükümet(ler) gündemi nasıl dolduracaklarını, halkı nasıl uyutacaklarını şaşırdılar...Sayın! Başbakanın anlamadığı mevzu yok maşallah...Niyeyse ülke sorunlarına çözüm üretemiyor bi tek!!!

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Can Dostum



Vizyona girdiğinden beri izlemeyi planladığım "Can Dostum"u izlemek dün nasip oldu  bana ve çok etkilendim gerçekten. Bulunduğunuz şehirlerde hala vizyonda ise mutlaka şans vermenizi öneririm. Mükemmel bir oyunculuk, etkileyici bir senaryo, dozunda bir komedi...

Bedensel engelli, çoook zengin Philippe ile hapishaneden yeni çıkmış Driss'in sıradışı arkadaşlığını anlatan film, başrol oyuncularından Omar Sy'a En İyi Erkek Oyuncu dalında César Ödülü de kazandırmış. (Sonuna kadar hakkıdır diyorum.) Aralarındaki sınıfsal uçuruma karşın ikilinin uyumunu izlemek muhteşem...

Çok beğenince daha az şey söyleyebiliyorum ben, çok anlatmak da istemiyorum, hala izleyecek olanlar için tadı kaçmasın...

İyi Seyirler...

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları - Su


Foto: http://zeynono--elif.blogspot.com/2012/05/buket-uzuner-ve-su.html  


Gazeteci Defne Kaman bir yaz akşamı bindiği vapurda arkasında hiçbir iz bırakmadan kaybolur. Onu aramakla görevli Komiser Ali Ümit ile arkadaşı Sahaf Semahat kendilerini aniden tuhaf olaylar ve esrarengiz semboller arasında bulurlar. Bu arada kendi yaşamlarındaki mevcut sorunlar arka planda işlenirken mutlu sona doğru alınan yolda heyecanla ilerlenir.

Buket Uzuner, uzun zamandır okumadığım bir yazardı. Kendisinin ilk okuduğum İki Yeşil Susamuru ve ardından Kumral Ada Mavi Tuna adlı romanları benim En Sevilenler listemin başındaydılar uzun süreler boyu...Bu kitabını da yazarın alışkın olduğum dili, özlediğim cümle kuruşları ile keyifle okuduğumu söylemek isterim. Ancak o ilkler kadar büyülenmediğimi de gizlemeyeceğim.

Buket Uzuner, Kamanlık (Şamanizm) geleneğinin dört unsuru olan Su, Toprak, Hava, Ateş'ten ilham alarak yazmış bu romanını. "Su", Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları dörtlemesinin ilk kitabı imiş bu arada. 

Yazar, Yusuf Has Hacib'in (Mutluluk Bilgisi) "Kutadgu Bilig" adlı eserinden alıntılarla romanını süslemiş  adeta. Edebiyat derslerinde adını ve eserini duyup sonrasında unuttuğumuz bu güzel kitabı da tanıma şansı yakalamış oluyor okur bu sayede. Bu anlamda yazara kocaman bir teşekkür borçluyuz diyebilirim.

Keyifli Okumalar...

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Lütfen bana çalışmam için geçerli güzel sebepler gösterin...

İş yaşamım başlayalı uzuuun yıllar olmasa da (2006'dan bu yana - arada fire verdiğim zamanlar da oldu ama) bana kattığı çok şey oldu. Şimdi efenim bugünkü postumda bu engin deneyimlerimi paylaşıciim:
  • Bankacılığa adım atalı üç-dört ay olmuştu, mide şikayeti ile doktora gittiğimde "ülser başlangıcı" dedi ve ekledi "Madem bankacısın, bu ilacı çantandan eksik etme."
  • İstifa ederken ise ciddi anlamda psikolojim bozulmuştu ki, yaklaşık bir yıl boyunca görev yaptığım semte bilinçli olarak gidemedim ve orada oturduğunu öğrendiğim insanlardan nefret ettim. Uzun süre anti-depresan aldım. (psikiyatriste danışarak tabi)
  • 6 ay öncesine kadar "Haşimato" (bir çeşit tiroid hormonu hastalığı diyim kısaca) nedeni ile ilaç kullanmakta idim. İki yıl kadar aynı ilacı belli kontrollere bağlı olarak farklı dozlarda aldım. Şu süre "ilaçsız bünye ne yapıyo bakalım" diye içmeme dönemi ama tabi rutin kontrollere devam...
  • Gel zaman git zaman, zaten kendimi bildim bileli "Migren" illeti yüzünden çektiğim baş ağrılarımın şiddeti ve sıklığı arttığı gibi (normal) ağrı kesiciler de iş görmez bir hal aldığından Migren ilaçlarına dayanmak zorunda kaldık.
  • Bunun yanında Nöroloğumun denediği bilimum Migren haplarına cevap vermeyen bünyem için "Migren tedavisi için Nörolog yanında bir de Psikyatriye de görünsen" şeklindeki parlak fikriyle Psikiyatriste de (tekrar) gidince anti-depresanlara "merhaba"   demiş oldum yeniden.
  • (Arada atladıklarım olabilir; ben en mühim olanları yazarak sonuncusuna gelmek istiyorum artık:) Uzun bir süredir "boyun ağrısı" çektiğimden " bir de Fizyoterepi Uzmanına görünmek gerek" dedim kendime ve tahmin ettiğiniz üzre MR çekildi. Bugün sonucu alıp doktorumla görüştüğümde "boyunda düzleşme" olduğunu, fizik -tedaviye başlamamız gerektiğini öğrendim kendisinden...



- Şimdi özetle ben ne demeye çalışıyorum? 
- Tüm bu farklı uzmanlık alanlarına hitap eden hastalıklar ortak bir paydada birleşiyorlar aslında: "STRESSSSS!!!!" 

Foto:http://www.yeniada.com/cagimizin-buyuk-sorunu-is-stresi.html

- Bunu ben söylemiyorum, uzmanlar söylüyor vallahi. Her biri farklı ilaçlar yazdı ama hepsi "Stresi Azalt!" dedi. 
- Peki strese en çok nerde maruz kalıyorum? 
- Tabi ki, zamanımın çoğunu tükettiğim iş yerimde.

Foto:http://murattanhu.blogspot.com/2010/12/ev-isi-zor-gercekten.html


- Öyleyse ne yapmak istiyorum biliyor musunuz? 
- Hala, toplumbilim "everkeği" kavramına uzak bakıp "evhanımlığı" geçerliliğini korurken; kocama, "Bana artık sen bakar mısın? Bak bünyem ortada işte. Kaldıramıyorum demek ki canım ben bu iş temposunu!!!" demek istiyorum. Belli mi olur zaman hızlı değişiyor gün gelir "everkekliği" diye bişey çıkar da eşim benden hızlı davranırsa naparım? Malum, evi geçindirmek için en az birinin çalışması gerek:) Biri beni durdurmazsa içimdeki evhanımını tutamıycam artık:)

Lütfen bana çalışmam için geçerli güzel sebepler gösterin...Lütfen, Lütfen, Lütfen...

17 Mayıs 2012 Perşembe

Küpe Çiçeği (Fuchsia)

Hafta sonu "Çiçek Festivali"nden (Karşıyaka Çiçek Festivali bu sene 11-14 Mayıs 2012 tarihleri arasında her zaman olduğu gibi Bostanlı pazaryeri alanında düzenlenecek.) (http://www.farkindayimdegistim.com/index.php?option=com_k2&view=item&id=257:cicek-festivali&Itemid=14
aldığımız -görüntüsüyle pek bi havalı olan-  yeni çiçeğimizin bakım koşullarını (birkaç gün gecikmeli olarak) çiçekseverler ile paylaşıyorum:

Name:  IMG_3093.JPG
Views: 26451
Size:  66.5 KB
Foto:http://www.agaclar.net/forum/bahce-sus-bitkileri/1545.htm

Çok yıllık bir süs bitkisidir. Açık havada, genellikle saksılarda yetiştirilir. Kışın yaprakları dökülür. İçeri almamalısınız. Hava şartları ne kadar kötü olursa olsun dışarıda tutmalısınız. Sadece ısı sıfırın altına düştüğünde geçici olarak içeri alın ama asla sıcak bir yerde tutmayın. İlk baharda güzelce budamasını yapın, köklerini fazlalıklardan temizleyin, yadırgamayacağı yeni bir toprak bulunan uygun büyüklükteki bir saksıya dikin.


Öncelikle, bu bitkinin bir dış mekan bitkisi olduğunu bilmelisiniz. Aşırı sıcak yerleri hiç sevmez. Açık havada kızgın güneş altında yaşayabilir, çiçek açabilir ama eğer balkonda yetiştiriyorsanız çok sıcak zamanlarda rüzgara açık bir yerde bulundurun. Sık sık yapraklarını ıslatın. Aksi takdirde ölür. Evde yaşamaz. İlle evde olsun istiyorsanız bu mümkün değildir. Zaman zaman en fazla bir günlüğüne ev içinde misafir edebilirsiniz. Yarı gölgeli ve serin açık hava mekanları en sağlıklı gelişeceği yerlerdir.

Küpe çiçeği havalar soğumaya başlayınca içeri alınır. Camekanlı bir balkon, bitkinin kışı sağlıkla geçirmesine yetecektir. Kış sonuna doğru küpe çiçeği derince budanır ve saksı değiştirilir. Çelikleri ayrı saksılara dikilerek yeni bitkiler elde edilebilir.



ÖZELLİKLERİ:

ISI: Küpe çiçeği kış aylarında 12-15 derecede tutulmalıdır.



IŞIK: Küpe çiçekleri güneşten uzak aydınlık bir yer ister.



SULAMA: İlkbahardan sonbahara kadar toprağı daima nemli olmalıdır. Kışın çok az sulayın.



NEM: Yazın yapraklarına ara sıra su püskürtün.



Küpe Çiçeği Yetiştirilmesi



Her türlü toprakta yetişebilir. Ama gübre katsanız bile yıllarca saksılarda kullanılan aynı toprak iyi değildir. Musluk suyuyla sulana sulana içinde zararlı maddeler artar. Açık hava süs bitkileri genelde toprak seçmez. Gıdalarında güneş en önemli unsurdur. Küpe çiçeği gibi bazı bitkiler her ne kadar az güneş istese de tamamen güneşsiz kalınca gıdasız da kalırlar. Yanına bir sopa dikerek dallarını bağlamalısınız. Yoksa dallar çiçekleri taşıyamayacağından aşağı doğru eğilirler. Bu özelliğinden dolayı saksıyı yüksekçe bir yere koyarak dalları aşağı sarkık gelişecek şekilde yetiştirenler de vardır.







En gözde olanları asma sepetlerden aşağı sarkan türleridir ama saksı ve çiçek yataklarında dik yetişen türleri de vardır. (ki ben asacak yerim olmadığından dik yetişen türünü seçtim, bu türe daha çok bayıldım ama ne yalan söyliyim:) 







Bu durumda, benim çiçeği alırken "salonda yetiştirme" hayalim araştırmalarım sonucu suya düşmüş bulunuyor. Yalnız "hem açık alan sağlamak hem de güneşten korumak"  noktasında çuvallayabilirim endişesine kapılmadım değil. Malum İzmir'in hava koşullarında şu tarihten sonra güneşten korumak oldukça zor olacak. Çözüm olarak geceleri balkon, sabah uyanır uyanmaz salon şeklinde bir yol buldum (bu mevsim için). Umarım sonu hüsran olmaz.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

30 Olmak...


http://moda.bizkadiniz.com/sihirli-dokunuslar-her-yasta-guzellik.html

Pazar günü, sevgili annelerimizin gününü kutlarken benim için "2" ile başlayan yaşlara veda edip "dolu dolu 30" olduğum bir gündü aynı zamanda. "Nasıl bi duygu?" diye soran bazı yakınlarım oldu. Aslında onlar sorduğunda ya da düşünürsem anlıyorum bun biliyor musunuz? Yoksa herşey aynı yani...Hafiften hüzünleniyorum, yaşlanıyorum artık duygusu sarıyor ufak ufak ama; dediğim  gibi, eğer durup düşünürsem...Amma velakin şöyle bişey okudum nette dolaşırken. 30'lu yaşta olanların bilgisine:

"Her Yaşın Bir Sendromu Var.. En Zoru Da 30 Yaş"

"Bu hafta, Habertürk,zaman ve posta gazetesinde ve web sayfalarında  yayınlanan, makaleyi gönderiyorum. Benim de görüşlerimin yayınlandığı bu makaleyi zevkle okumanız dileğiyle.
İnsanların kendisiyle ve bedeniyle en büyük imtihanı 30'unda başlıyor. '30 yaş sendromu'na yakalanan birinin sonraki sendromları teğet geçmesi mümkün değil! 35 yaşına geldiğinde ise Cahit Sıtkı Tarancı'nın dizelerindeki gibi "Yaş otuz beş, yolun yarısı eder, Dante gibi ortasındayız ömrün" kabullenişi başlıyor. Sonra 40, 50 derken 70 yaş sendromları görülüyor.
Ama insanı en çok etkileyeni 30 yaş... Boşanma ve depresyon vakaları bu dönemde çok görülüyor. 30 yaş sendromunu en çok yaşayanlar ise şehirli insanlar...
Modern çağ insanının ergenlikten sonra kendisiyle ve bedeniyle en büyük imtihanı 30 yaşında oluyor. "30 yaş sendromu" olarak adlandırılan bu süreç, bazıları için 25 yaşında başlıyor (Eyvah otuzuma yaklaşıyorum!), bazıları içinse 35 yaşına kadar devam ediyor. (Eyvah 30 yaşını geçiyorum!) 35 yaşına geldiğinde ise Cahit Sıtkı Tarancı'nın dizelerinde olduğu gibi "yaş otuz beş, yolun yarısı eder, Dante gibi ortasındayız ömrün" kabullenişi başlıyor.
25-35 yaş arasındaki büyük bir çoğunluk "30 yaş sendromunu" kimi ağır bir şekilde, kimi de farkında olmadan yaşıyor. Mesela bir kişi "29,5 yaşındayım" (nasıl bir tanımlamaysa) diyorsa ya da yaşını küçültüyorsa biliniz ki sendromun müptelası olmuştur. Bilimin henüz hakkında ciddi bir çalışma yapmadığı 30 yaş sendromunun ağır sonuçları var. Yapılan araştırmalar, boşanma oranlarının 30'lu yaşlarda yoğunluk kazandığını gösteriyor mesela. Depresyon vakaları da yine bu yaşlarda daha çok görülüyor. Uzmanların da henüz gözlemleme aşamasında olduğu 30 yaş sendromu şehirli neslin yeni bir problemi. Uzman psikolog Neşe Özkarslı, tarlada çalışan bir çiftçinin 30 yaş sendromunu yaşamayacağını söylüyor. Ergenlik yaşını uzatan, üniversite, mastır, kariyer diye hayatında birçok şeyi erteleyen, sorumluluk altına girmeyen şehirliler tüketici olarak geçirdiği 20'li yaşlarından sonra "30 yaş duvarına" tosluyor.
30 yaş sendromu geç kalmışlık hüznü, başaramama kaygısı ve kendini sorgulama, bulunduğu durumu beğenmeme hali olarak tanımlanıyor. Bu sendromu yaşayanlar çoğunlukla ya hâlâ bir iş sahibi olamamış ya da yaptığı işten memnun olmayanlar ve iyi bir işe sahip ama evlenmemiş, kendi düzenini kuramamışlar oluyor. Bir de uzmanların ısrarla vurguladığı beden yaşı 30 olmasına rağmen hâlâ ergenlik psikolojisinde olanlar var ki, bunlar ın durumu çok daha vahim. Prof. Dr. Kemal Sayar, bu tip insanlar için "gelmeyen yetişkinlik" veyahut "tutuklu kalmış yetişkinlik hali" kavramlarından söz ediyor. Gelmeyen yetişkinlik, "hayatı sonsuz bir neşe ve zevk içinde yaşamak için sorumlulukları ertelemek, sonsuza kadar ergen kültürü içinde, vur patlasın çal oynasın gibi tamamen zevkleri ve sadece kendi tatmini peşinde koşarak yaşamak" anlamına geliyor. Popüler kültür de bunu pekiştiriyor zaten. Sayar'a göre toplumda böyle bir gençleşme, hatta gençlikten öte ergenleşme eğilimi var. Buradan yola çıkarak 30 yaş sendromu, bu bir türlü gelmeyen yetişkinliğin bir parçası olarak okunabilir. Yetişkinlik geldiğinde ise bu tür kişilerde telaş, hüzün ve ağır mesuliyet korkusu görülüyor. Sorumluluk, korku ve hüznü genellikle erkekler yaşıyor. Zaten 30 yaş sendromu erkeklerde daha çok sosyal çevrenin daha doğrusu "evlen artık oğlum" diyen ailenin baskısıyla oluyor.
Çalışan şehirli kadının 30 yaş sendromunu irdeleyen bir kitap kaleme alan Banu Toros, birçok kadın için 30 yaş sendromunun, evlenmemiş olmak ve en önemlisi de hâlâ çocuk sahibi olamamak olduğunu söylüyor. Çünkü 30 yaş, kadınlar için sadece yaşlanmak, sorumluluk almak değil çocuk sahibi olmak için riskli bir döneme girmek demek. Son demleri yaşamak demek.
Aslında 30 yaş sendromu kişilerin durumlarına göre kılıktan kılığa giriyor. Mesela sadece evlenmeyen, iş ya da bir düzene sahip olmayanlar değil evli, çocuklu ve iyi bir kariyer sahibi insanlar da yaşıyor bu sıkıntıları. Onlarınki isepsikolojik danışman Serhat Yabancı'ya göre, ulaşılan hedeflerde hayal kırıklığına uğramaktan başka bir şey değil. Yani "Bu muydu idealim. Hayat hep böyle mi gidecek?" düşüncesi. Bu hayal kırıklığı hem evlilik hem de iş hayatı için yaşanabilir. Tatminsiz bir nesil olan modern çağ bireyleri geride koca bir 30 yıl bırakınca, bu hayal kırıklığının etkisiyle riskli kararlar alabiliyor. İşinden, eşinden ayrılabiliyor. İşte bu sebeple Yabancı, 30 yaş buhranına girmiş kişilerin uzman desteği alması gerektiğini vurguluyor. 
30 yaşına gelenler ve 30'unu geçenler ne diyor?
30 yaş arada kalmaktır; ne geriye dönme şansınız var, ne ileriye doğru gitme cesaretiniz, orada öyle sıkışıp kalırsın...
Bu dünyada 30 yıldır varsınızdır ve sorgulamaya başlarsınız kendinizi; ne üretmiş, yaşam adına ne koymuşsunuzdur ortaya... Bir de tabii aile efradının beklentileri tavan yapmıştır, bekârsanız ne zaman evleneceksiniz, evliyseniz ne zaman çocuk yapacaksınız.
Hiç üzülmeyin 30 yaşında olduğunuz için. Ben mesela yeni jenerasyondan nefret ediyorum! Küstah, metroda sağda mı solda mı duracağını bilmeyen, babası yaşındaki insanlara "çekilsene" diyenlerden olmak istemezsiniz.
Üniversiteden mezun olduğumda hep 30 yaşlarında olmayı istedim... Olgun olmayı isteme gibi gereksiz tripler işte.. O zamanlar 30 yaş grubunu baya büyük görürdüm. Şimdi o gruptayım ama kendimi hiç öyle büyük biri gibi hissetmedim.
Bu bunalımın esas nedeni, kendinizi 30 yaşında görmek istediğiniz yerin hayali ile 30 yaşında bulunduğunuz yer karşılaştığında ortaya çıkan farktır.
30 yaş sendromuyla ilgili açılan forumlardan alındı. 
Yaşını söyle, sendromunu söyleyelim!
18 yaş: Ülkemiz için 18 yaş sendromu ergenlik dönemiyle birlikte başlıyor. Bu süreçte bedensel gelişimin yanı sıra ruhsal ve psikolojik değişimler de yaşanıyor. Dolayısıyla hem aile için hem de kişi için sancılı bir süreç oluyor. Dünyada 18 yaş sendromu ergenliğin dışında bir anlam daha taşıyor. 18 yaş reşit olmak, üniversite için aileden uzaklaşmak ve artık kendi ayakları üzerinde durma zorunluluğu demek. Bizde çok daha sonraları yaşanan bu endişe özellikle Avrupa toplumlarında 18 yaşında baş gösteriyor.
24 yaş: Üniversite, askerlik derken hem iş hem de eş dönemi başlıyor. Bu yüzden 20'li yaşlar özellikle de 24 yaşında, işe girme endişesi ve bir düzen oturtabilme isteği, bunları başaramama korkusu bir arada yaşanır. Bol sivilceli ve stresli bir sendromdur.
30 yaş: İçinde bulunduğumuz zamana has bir sendromu olmakla birlikte detayları haberimizde yer alıyor.
35 yaş: Malum, ömrün yarısı anlamına geliyor. Artık amca-teyze-dayı tanımlamalarını daha çok duymaya başladığınız bir dönem olduğu için, hayatın sonuna yaklaşıldığı için hüzünlü bir ruh halidir 35 yaşına girmek.
40 yaş: Özellikle erkekler için riskli bir yaş sınırı. Çünkü Prof. Dr. Osman Müftüoğlu'na göre bu yaştan sonrası iç sorgulamaların ve hesaplaşmaların yoğunlaştığı, ilişkilerin hoyratlaştığı yeni bir zaman dilimi haline gelebiliyormuş. Tabii bu sendroma erkekler kadar kadınlar da kapılabiliyor. Gençlik yılları hatırlanıp "Nerede kalmıştık?" diyerek hem imajda, hem hal ve tavırda hem de yaşam şeklinde olmadık değişimlere gidilebilir. Yakın çevresini şaşırtacak cinsten her türlü radikal değişimler olabilir bunlar. Kadınlar için bu yaşlar menopozun başlangıç evreleridir. Onlar da ergenlik dönemindeki psikolojik buhranların yeniden yaşayabiliyor.
50 yaş: Erkekler için fiziksel değişimlerin başladığı yıllar. Orta yaş sendromu olarak da tanımlanan bu süreçte erkeklerde ve kadınlarda kronik ağrılar, yorgunluk, depresyon, sinirlilik, öfke gibi durumlar baş gösterebiliyor. Aslında daha önceki nesillerde bu yaşlar bilgelik yaşlarıydı. Aileyi ayakta tutan bağ olan, çocuklara ve torunlara hayat dersleri verilen çağlardı. Ama günümüzde gerek sosyal yapının değişmesi gerekse hormonal dengelerin bozulması sebebiyle bu dönemler hem kişi için hem de yakın çevresi için sendromlu geçiyor.
70 yaş: Buna daha çok "yaş yetmiş iş bitmiş" sendromu diyorlar. Ama anti-aging akımıyla 70 yaşında dinç insanlarla karşılaşıyoruz. Beden iyice eskimiş olabilir ama mühim olan, ruhun genç kalması. Eğer daha önceki sendromları sorunsuz atlattıysa 70 yaşına ulaşanları bedensel hastalıklarının dışında bir şey kolay kolay yıkamıyor."

8 Mayıs 2012 Salı

"Kitap" Mimi

Sevgili "maviumut (http://maviumut88.blogspot.com/)" tarafından mimlenmişim. Öncelikle kendisine teşekkür ediyor ve konusu itibariyle çok da hoşuma giden mime başlıyorum:

Ne sıklıkla kitap okursunuz?
Elimde illa ki okuduğum bir kitap olmasına rağmen bitirme sürem değiştiğinden bir sayı vermem çok da doğru olmayacaktır ama ayda ikiyi yakalıyorum (dur umarım). (Eski performansım kalmadığından son derece üzgün olup bu sayıyı çok düşük bulduğumu da belirtmek isterim bu arada.)

En sevdiğiniz yazar/lar?
Zor bir soru olduğundan fazla düşünmeyip ilk aklıma gelenleri sıralamayı seçiyorum: 
Elif Şafak, Murathan Mungan, Zülfü Livaneli, Amin Maalouf...(ve sayamadıklarım)...

En beğendiğin Kitap/lar?
50 parça, kullanılmış biletler, allahın kızları, ateş karınlı, yabancı, bugünü yaşama arzusu, güneşe bakmak ölümle yüzleşmek, kürk mantolu madonna, aşk, siyah süt,uçurtma avcısı, mahrem, araf, engereğin gözü, semerkant, kaplumbağa terbiyecisi...

(Yerli/yabancı) hangi yazarların kitaplarını daha çok tercih edersin?
Bilinçli olarak öyle bir seçme yoluna hiç gitmedim ama düşünüyorum da yerli yazarlar çok daha fazla.


Bugüne kadar en beğendiğin kitap serisi?

Sanırım yakın zamanlarda seri okumadım, aklıma gelmiyor.


Daha çok hangi tarz okumaktan hoşlanırsın?
Bu da değişkenlik gösteriyor aslında. Zaman zaman psikolojik/kişisel gelişim türlerine yönelmişken zaman zaman bilimsel bir kitap olabiliyor. Bazen canım roman çekiyor bazen öykü...Eskiden şiir de çok okurken şimdi çok  çok az. Böle işte...

En son hangi kitabı okudun?
Engereğin Gözü - Zülfü  Livaneli

Şu anda hangi kitabı okuyorsun?
Su - Buket Uzuner

Kitap blogları hakkında ne düşünüyorsun? Yeterli mi?
Çok seviyor, paylaşımlardan faydalanmaya çalışıyorum. Bu nedenle sürekli uzayıp giden bir Okunacaklar listem var. Çok kitap okuyabilenleri de kıskanıyorum doğrusu:)

KİTAP OKUMAK sizin için ne ifade ediyor?(cevabını en çok merak ettiğim soru)
Sadece, kitap okuma alışkanlığı olanların tadabileceği anlatılamaz bir kazanım...Bundan mahrum kalanların ise, ne kaçırdıklarını asla bilemeyeceği bir    tutku şu hayatta...

Not: Yazmak isteyen herkes bu mimi yanıtlarsa çok sevinirim...

Kitaplı Günler Herkese...!

1 Mayıs 2012 Salı

Keyifli Bir Yazı Okumak İsteyene...

Milliyet'te "Şeytanın Gör Dediği" adlı köşesinde kendine özgü tarzıyla yazıyor Çetin Altan. Yıllardır çok severek okuyorum. Yazı yazmıyor da cümlelerle oyun oynuyor sanki. Buna da bayıldım:

     "Kakalarla şakalar"

"Bir reklam ve propaganda furyası aldı başını gidiyor.     Yeni yapılacak yüzme havuzlu, palmiyeli ve deniz manzaralı sitelerle; ucuzlatılmış ve taksitlendirilmiş ithal malı arabaların reklam ve propagandaları aynı:
-Fırsatı kaçırmayın!..
* * *
Acaba daha neleri kaçırmamak gerekiyor?
Bendenize sorarsanız, tıkanan trafik nedeniyle 4 saatte ancak dönebildiğiniz evde, hemen tuvalete koşarken altınıza çişinizi...
* * *
Başka başka?..
Zamanında kalkıp kalkmayacağı belli olmasa da, bineceğiniz uçağı...
Sevdiğiniz TV dizi filmlerini...
“Aklınızı” demeye gerek yok, kaçmasının engellenemediği ortada...
* * *
Neyse ki işsizlik azalıyormuş, 88 yaşını da doldurmakta olan T.C.’de.
Herhalde bunun bir nedeni de, çeşitli suçlamalarla gözaltına alınan emeklilerin çoğalması...
* * *
Yerli malı demokrasinin gelişmekte olduğunun simgesi “başörtüsü”...
Anlaşılıyor ki, ulusal övünmenin motoru “erkek millet” olduğunda; demokratik değişimin ibresi de “kadın başları” oluyor...
* * *
Son 200 yılda erkek başlarının neler giymiş olduğu ise; artık hem eylem, hem tartışma dışı...
* * *
Dolmabahçe Sarayı’nın karşısındaki duvarlarda yıllardan beri sıram sıram sergilenen Gazi fotoğraflarında da, kendisinin ne tür şapkalar giymiş olduğu kanıtlıyor bunu.
* * *
Rahmetli babamın da, resmi törenlere katıldığı zamanlarda giydiği silindir şapkası da vardı, melon şapkası da...
* * *
ABD’de 150 yıl öncesini canlandıran “Western” filmlerinde de görüyoruz aynı şapkaları...
Ancak o filmlerde “kadınlı kowboy meyhaneleri” de var; bizde hiçbir zaman öyle şeyler olmadı.
* * *
-Demokratik gelişimde neden bu kadar geciktik, diye sormuşlar.
Hoca da Hatemi’den bir beyitle yanıt vermiş:

Tiz-i reftar olanın payına damen dolaşır
(edalı edalı acele yürüyenin ayağına eteği dolaşır)
Varır menzil-i maksuduna aheste giden
(istediği yere yavaş giden varır)
* * *
Yine de unutmamak gerekir ki, bir övüncümüz “erkek millet” olmaksa, bir övüncümüz de “her Türk’ün asker doğması”...
* * *
Militarist komutlarda ne kadar “Marş marş” varsa, o kadar da “Yerinde say” var...
* * *
Rahmetli babamın, ayrıca “frak”ı da vardı, “smoking”i de, “jaketatay”ı da, “bonjur”u da...
Ama evin duvarlarında hiçbir ressamın tablosu yoktu.
* * *
Değişik bir öksüzlük yaşayan ressamların da ti’ye alındığı olmuştur.
* * *
Ressamın biri çayırda dolaşırken, koyunlarını otlatan bir çobanla karşılaşmış ve çobana:
-Koyunlarının resmini yapabilir miyim, diye sormuş.
Çoban:
-Yok olmaz, demiş; sonra yünlerini satamam koyunların.
* * *
Madem politik gündemi tanjant geçiyoruz, Picasso ile de ilgili bir fıkra.
* * *
Çok zengin ve kendini beğenmiş bir kadın, Picasso’ya:
-Size, demiş; bir itirafta bulunayım mı; tablolarınızı satın alıyorum ama, hiçbirinden hiçbir şey anlamıyorum.
* * *
Picasso da:
-Ya öyle mi, demiş; siz Çince’den anlıyor musunuz?
Böyle bir sorudan biraz şaşıran kadın:
-Şey, yok, hayır, demiş.
* * *
Ve Picasso’nun yanıtı:
-Siz anlamıyorsunuz ama, 1 milyar 100 milyon kişi konuşuyor Çince’yi...
* * *
Beberuhi’ye de:
-Neden bu kadar övünmeye meraklıyız, diye sormuşlar?
Beberuhi de:
-Kimse bizi, kendimiz kadar övemeyeceği için, demiş.
* * *
Ruhi Su’dan bir şiirle bitirelim yazıyı:

Geldik
Hepimiz bir yerlerdeydik
Başka bir yere geldik
Değişen dünya sürecinde
Karanlık bir sudan geldik

Ne gül eski güldür şimdi
Ne beygir eski beygir
Kırmadan incitmeden
Maymundan insana geldik

Bakmayın siz bu bencil
Bu hayvansal kavgaya
Değişen dünyanın içinde
İnsana biz yeni geldik"

Not: Altı çizili yerleri "daha bi beğendim" anlamında çizdim:)

Sevgiler...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...