30 Ocak 2012 Pazartesi

Persepolis

Persepolis

Yapım:

2007  -  ABD - Fransa

Tür:

Animasyon,  Dram,  Komedi,  Savaş,  Politik 

Süre:

95 dakika

Yönetmen:

Marjane Satrapi,  Vincent Paronnaud, 


   Uzun zamandır aklımdaydı Persepolis'i izlemek. Nihayet nasip oldu. Çizgi romandan uyarlanan animasyon  türündeki filmde Şah'ın devrilmesinden sonra İran'daki değişim bir çocuğun gözünden anlatılıyor. Demokrasi geleceği umuduyla önce büyük bir sevinçle karşılanıyor  Şah'ın devrilmesi. Ancak  Mollaların baskıcı rejimi özellikle kadınların hayatını yavaş yavaş kısıtlarken çareyi Avrupa'ya gitmekte bulan Marjane bu kez de iki kültür arasında kalmışlığı yaşıyor nispeten. Filmi izlerken ara ara gülümseyen seyirci sorgulamaktan kendini alamıyor. Son derece akıcı giden filmi oldukça etkileyici, vurgulu ve başarılı bulduğumu söyleyebilirim.

Şanssızlık Budur!!!

   Planımız şuydu: İstanbul'da kamu görevlisi olan kız kardeşim bir hafta yılık izin kullanıp İzmir'e (yani bizi görmeye) gelecekti. Beraber doya doya vakit geçirelim diye ben de yıllık iznimden bir hafta kullandım. Geçen Pazartesi itibariyle ikimiz de izinliyiz, bir aradayız...Buraya kadar herşey güzel fakat Çarşamba günü hafif hafif boğazımı gıdıklayan "ben geliyorum" diye sinyal veren, gün gün beni halsiz bırakan "grip", antibiyotiksiz atlatırım/ha geçti/geçiyor derken Cumartesi günü beni hepten yatırdı. 



  Soluğu doktorda aldım...Bi torba ilaç-selpak-burun spreyi-c vitamini ile birlikteliğimiz  böylelikle başladı...Perşembeye kadar da rapor yazmayı uygun gördü doktorum. Dinlenmezsem geçmezmiş...Şimdi söyleyin bana böyle şanssızlık olur mu? İznimi hastalıkla geçirmek reva mı? Şimdi bi de "rapor almış oh izniyle birleştirmiş" (niyeyse rapor alanlar mesai arkadaşlarınca lanetlendiğinden) fikrinde mi acaba iş yerindekiler duygusu ile kendimi kötü hissetmenin iğrençliği ile elimde selpak, silmekten kıpkırmızı olan burnumun artık dokunamayacak kadar yanmasına dayanamayarak hapşıra tıksıra, gözlerim yana yana bu postu paylaşarak içimi döküyorum size a dostlar...Yanarım yanarım iznimin hakkını veremediğime yanarım!!!

28 Ocak 2012 Cumartesi

Kibrit Çöpleri


  "Kibrit Çöpleri" kütüphanemde okunmayı bekleyenler arasındaydı ne zamandır. Bugün  bitirmiş olmanın mutluluğu ve "şimdi hangi kitaba başlasam?" kararsızlığı ile karşı karşıyayım. Yarına kararımı verir başlarım sanırım. Gelelim Kibrit Çöpleri'ne...
 Özellikle diline hayran olduğum yazar Murathan Mungan'ı her okuduğumda hayranlığım katlanıyor...Bu sefer, kısacık öykülerde yarattıklarıyla az sözle çok şey anlatmış...O az söylemiş biz çok anlayalım (öyle istemiş sanki/ya da bana öyle geldi)...Güzel işte yine, en az her zamanki kadar....Okunmalı! 
   

26 Ocak 2012 Perşembe

İnkar Yasası

   Fransız Senatosu'nca soykırımı inkar tasarısının kabulü ile bu konunun farklı bir boyuta taşındığı görüşünde olan Akşam gazetesi yazarı Deniz Ülke Arıboğan' ın izlenimleri çok yerinde tespitler...Okumak isteyenlere:

"İnkar yasasının farklı boyutları"

"Soykırımı inkar tasarısının Fransız Senatosu tarafından kabul edilmesiyle birlikte Ermeni meselesi yeni bir faza geçmiş oldu. Daha önce de yazmış olduğum gibi bu durumu olumlu bir gelişme olarak görme eğilimindeyim. Zira artık mesele bir soykırım yapılıp yapılmadığından çok, soykırıma inanmayanların bunu ifade edebilme özgürlüğü meselesi haline gelmiştir. 2015'e kadar giderek daha sık yüzleşeceğimiz bu konunun stratejik bir planlama çerçevesinde ele alınmasında fayda bulunuyor. Önümüzde zorlu bir dönem var ve dezavantajlarımız kadar avantajlarımızın da farkına varmalıyız. Özetleyelim.

1- Konunun ifade özgürlüğü temelinde tartışılıyor olması bizim için bir avantaj zira bu noktada evrensel değerlerle ve temel insan haklarıyla ilgili başka bir soruna işaret ediyor. Soykırım meselesi bazında tartışmak ise yaklaşık yüzyıldır ihmal ettiğimiz ve oldukça geriden geldiğimiz bir yarışı kazanmaya çalışmamız anlamını taşıyordu. Dünya çapında oluşturulmuş yaygın kanaatin dışında konuşan tüm entelektüellere yönelik ağır baskılar söz konusuydu. Bu yüzden Türkiye'nin tezlerine destek vermek isteyenlerin dahi sesleri pek fazla çıkamıyordu. Şunu unutmamak gerekir ki, 'soykırım' insanlık tarihinin en utanç verici suçu olarak tanımlanmakta ve üzerinden yıllar geçse de zamanaşımına uğramamaktadır. (BM Genel Kurulu, 26 Kasım 1968 tarihinde aldığı 2391 (XXIII) sayılı kararının I(b) maddesinde, soykırım suçunun zamanaşımına uğramayacağı belirtilmiştir.) Düşünceyi ifade hürriyeti ise Aristo'dan bu yana var olan temel bir prensibin, insan olmanın gereğidir. Zira insan düşünen bir varlıktır. Bu düşüncelerin ifade edilme özgürlüğü ise Fransız filozofları Descartes, Montesquieu ve Voltaire ile simgeleşmiştir. BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 19. ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10. maddelerinde ifade hürriyetini tanımlamaktadır. Bugün gelinen noktada konu artık ikinci ilkenin çerçevesine oturmuştur ki, bu Türkiye için olumlu bir durumdur. Yanımızda daha fazla destek bulacağımız kesindir.

2- Yasa tasarısının Senato'dan da onaylanması yasama prosedüründe önemli bir aşamadır. Lakin konunun bir de Anayasa Mahkemesi boyutu vardır ki, zaten Meclis Anayasa Komisyonu tasarı daha henüz onaylanmadan, açık seçik Fransız anayasasına aykırılık olduğunu tespit etmiştir. Fransa'da yasa konusundaki muhalefet de esas olarak hukukçulardan gelmektedir. Kaldı ki bu yasanın bir de yürütme boyutu vardır ve oradaki sorunlar uygulanabilirlik önünde ciddi bir engel teşkil etmektedir. Binlerce insandan oluşan ve soykırım olmamıştır pankartı taşıyan gruplara, siyasetçilere, akademisyenlere bu yasanı nasıl uygulanacağı henüz belirlenmemiştir. Ayrıca resimle, müzikle, edebiyatla inkar da söz konusu olabilir. Böyle bir durumda sanatsal ifadenin de kısıtlanması gerekecektir. Türk vatandaşlarının, Türk diasporasının yasanın uygulanabilirliğini kırmak için organize olmaları da beklenebilir. 

3- Soykırım konusunun devletler bazında tanınırlığı çok önemli olmamakla birlikte uluslararası hukuk kurumları tarafından tanınması önemli bir sorundur. Fransa'daki inkar yasasının uluslararası hukuk kurumlarına götürülmesi mümkündür. Ancak karar politik ağırlıkla da şekilleneceğinden, tam tersi sonuçlar çıkması ve Türkiye'nin soykırımcı olarak ilk defa tanınması mümkündür. Bu bakımdan çok dikkatli davranılması şarttır. Bu, Türkiye'yi uluslararası kurumlara çekmek için bir tuzak olabilir. 
4- Sarkozy'nin Ermeni konusundaki yaklaşımı sadece oy hesabından ya da soykırımcı olarak tanımladığı bir devleti mahkum ettirmekten daha fazla bir şey gibi görünüyor. Başbakan Erdoğan ile kişisel bir çekişme içerisinde olduğu intibaını veren vücut dili ve söylemleri dikkate alındığında, bir yandan Türkiye'yi Avrupa'dan psikolojik olarak kopartmak, diğer yandan Türkiye'yi sert tepkilere zorlayıp Fransızların anti Türk tutumlarını pekiştirmek adına her yöntemi denediği görülebilir. Onun istediği sonuçları yaratmamak için Fransız kamuoyunu karşıya almadan Fransız hükümetine karşı her türlü tepkiyi göstermek mubahtır."
          ( http://www.aksam.com.tr/inkar-yasasinin-farkli-boyutlari-5299y.html )
 

24 Ocak 2012 Salı

Düşler Bahçesi


   Scarlett Johansson' a olan hayranlığım, hızlıca özetini okuyarak filmle ilgili derin bilgi sahibi olmadan bilet alıvermemle sonuçlanınca hayal kırıklığı ile çıktım salondan. Film; karısının ölümünden sonra, yaşadıkları yerden uzaklaşarak yeni bir başlangıç yapmaya çalışan iki çocuklu bir babanın yaşam mücadelesi esasen. Taşındıkları evde terk edilmiş hayvanat bahçesini yeniden canlandırmaya karar veren aileyi izliyoruz. Küçük kızı Rosie rolündeki Maggie Elizabeth Jones çok sevimli ve oldukça da başarılı. Ergenlik çağındaki oğlu Dylan (Colin Ford) ile babanın yaşadığı çatışma da arka fonda özellikle işlenmekte ve elbette ki sorunlar (filmin ikinci yarısında) aşılmaktadır. Film sanki sinema için değil de Pazar günü ailecek çocuklarla beraber oturup izlenecek bir tv. filmi formunda çekilmiş dersem haksızlık olmaz diye düşünüyorum. Bu arada şu ayrıntıyı da eklemeliyim; filmin senaryosu "We Bought a Zoo" adlı gerçek hayat hikayesini anlattığı romandan Aline Brosh McKenna ve filmin yönetmenliğini de üstlenen Cameron Crowe tarafından uyarlanmış. 
   Eğer çocuğunuzla birlikte -hazır sömetr tatili de gelmişken- bir aile filmi izlemek isterseniz gidiniz; aksi halde zamanınıza/paranıza yazık olacaktır.   
   Bu arada Matt Damon da yaşlanmış bea...  Scarlett Johansson ise her zaman görmeye alışkın olduğumuz halinden daha sade ve doğal...Ve gene güzel...

Tefal, Ayıp Sana!

   
   Tefal'in düdüklü tenceresini (bendeki büyük boy olduğundan) sadece bir kaç kez kulladım. Klasik eski model düdüklülerden var, onu daha sık kullanıyorum (daha küçük ve hafif olduğundan yıkaması daha kolay).Tefal'inkinde kol kası yapıyor insan:) Ancak bugün Tefal'e ihtiyacım oldu. Fakat çok zaman oldu kullanmayalı hadi kullanma kılavuzuna bir göz atim dedim. Huyum değildir atmak ama sanırım bu tencereyi gözden çıkarmışım, bulamadım. "Neyse ya" dedim "Devir internet devri, Tefal'in sitesine gir, oku". Ama  koskoca bir marka sitesine kılavuz diye ne koymuş, lütfen bakınız....
http://www.tefal.com.tr/NR/rdonlyres/D1F9DD7B-FCEC-44EF-9213-4C0466F32FDA/0/buharl%C4%B1_pi%C5%9Firici.pdf   
Tefal'in Düdüklüsü

   Acaba kendileri okuyabildi mi çok merak ediyorum...Neyse hatırladığım kadarıyla kullandım artık, Allah'a şükür sonuç başarılı...Bu arada altı üstü düdüklü demeyin, bu konuda bayanlar arasında dolaşan kabus gibi düdüklü patlatma hikayeleri var...Beni, her kullandığımda bi korku bi panik alır yani...Bilinçaltıma işlemiş sanırsam...Napim? Ama sadede gelirsem Tefal'i esefle kınıyorum!!! Hıh...

Eski usül düdüklü

23 Ocak 2012 Pazartesi

Yalan Dünya




   Daha önce dizi izleyemeyen bir tip olduğumdan bahsetmiştim. "Avrupa Yakası"ndan sonra izleyebildiğim tek dizi "Öyle Bir Geçer Zaman Ki" olmuş onda da çok sadık bir dizi izleyicisi olamayıp ikinci sezon da bırakmıştım. Gülse Birsel'in tekrar bir sitcoma soyulduğunu duyunca acayip mutlu oldum. İlk bölümde karakterler ancak seyirciye tanıtılmaya çalışıldığından (olumlu ya da olumsuz) önyargısız sadece izledim. İkinci bölümde ise yavaş yavaş tipler kafalarda canlanır oldu kanımca...Ve Gülse Birsel yine eli öpülesi bir iş çıkarıyor gibi. Tabi bunda, seçtiği birbirinden yetenekli oyuncuların emeği gözden kaçmıyor. Fakat Gülse Birsel'in çok iyi bir gözlem yeteneğinin olduğu, karakter yaratmadaki yaratıcılığı, ince espri kabiliyeti yadsınamaz bir gerçek olarak ikinci defa karşımızda. Şimdilik benim favorim, (tüm karakterleri son derece orjinal bulsam da) "Nurhayat"...
   Şunu da eklemek gerek ki, G.Birsel'in işi Avrupa Yakası döneminden daha zor. Bi kere başlıca rakibi Avrupa Yakası olacağından başarı eşiği düzeyi oldukça yüksek...Yaratılan karakterlerinden tutalım da, esprilere kadar adım adım bir önceki işle kıyaslanacak...İnsanın öncesinde başarılı olmasının en kötü tarafı  da daha sonrasında başarısızlığa hakkı olmayışı sanki...

22 Ocak 2012 Pazar

Sevgililer Günü’nde ilişki terapisi hediyesi...

"Mika Tur, sevgililer gününde tatil yapan çifteler ilişki terapisi hediye edecek.

Mika Tur Genel Müdürü Bülent Kuş, TAT ismini erdikleri pakette, Tatil-Aşk-Terapi’yi bir araya getirdiklerini belirterek, “Sevgililer Günü’nde romantik TAT paketi otellerinden tatil alan herkes, İlişki Danışmanı Nurşen Kaya’dan tatilden sonra bire bir ilişki danışmanlığı seansından faydalanabilecek” dedi.

Kuş, genellikle ilişkilerin bir safhadan sonra terapiye ihtiyaç duyduğunu belirterek, “Kadınlar bir terapiste gitmek isteselerde, erkekler pek istemiyor. Bu tatil hem dinlenmelerini hem de ilişkilerine yeni bir gözle bakmalarını ve daha iyi bir şekilde devam etmelerini sağlayacak. Tatili alana hediye verdiğimiz için de hiçbir erkek hayır diyemeyecek sanırım” dedi. "(Kaynak:http://ekonomi.milliyet.com.tr/sevgililer-gunu-nde-iliski-terapisi-hediyesi/ekonomi/ekonomidetay/22.01.2012/1492177/default.htm?ref=OtherNews)

Gerçekten farklı bir hediye seçeneği, işletmecilerin müşteri çekmek için uygulayabileceği yaratıcı bir fikir bence...İlgililere duyurulur...



Bonzaim Oldu...


   Ne zamandır bir bonzai istiyordum...Bugün gittiğimiz bir avm'de bu ve buna benzer şirin saksılarla kombinlenen minyatür bitkilerden görünce dayanamadım. Ben bonzaiyi seçtim ve bu sevimli civcivin içine koymak istedim. Daha farklı  bitkiler ve sınırsız saksı seçenekleri mevcuttu. Çok zor seçtim bu nedenle saksısını. 
   Tabi gelir gelmez bakımını araştırdım. Meraklıları için de paylaşıyorum:
"Bonsai, özel tekniklerle ağaçların saksılar içinde budanarak ve bodurlaştırarak büyütülmesi sanatıdır.
                                          

Tarihçe: Japonca olan bu sözcük, tepsi (tabak) anlamına gelen "bon" ve bitki anlamına gelen "sai" sözcüklerinden türetilmiştir. Saksıdaki ağaç veya bitki anlamına gelir. Bonsai sanatı Japonya'ya 7-9. yüzyıllarda Çin'den gelmiştir. Çin'de Penjing adı verilen ağaç minyatürleştirme sanatının binlerce yıllık geçmişi vardır. Yalnız penjing'in bir farkı vardır. Penjing'de bir tek saksıda bir ağaç değil, örneğin birkaç minyatür ağacın gölgesinde oturan bir köylü tasvir edilmekteydi.
Yetiştirilmesi: Bonsai, yaşayan ağaçlara duyulan saygıyı ve bu ağaçların yaşamasını konu alan bir sanattır. Bonsailer minyatür olmalarına rağmen çevremizde gördüğümüz ağaçlardan hiçbir farkları yoktur. Özenle seçilen ağaç dalları, budanarak ve ilgiyle yetiştirilerek minyatür ağaç görünümü kazanır.
                                                     

En güzel bonsailer sığ ve yayvan saksılarda yetiştirilenlerdir. Değişik şekillerde bonsailer bulunmaktadır: süpürge şeklinde - şelale şeklinde - rüzgara açık şekildedir. Japonların doğaya olan tutkuları yaşamlarına da yansımış ve yıllar geçtikçe bahçeciliğe verilen önem artmıştır.
Bonsailerde bu kültürün bir parçasını oluşturmaktadır ve büyük şehirlerde insanların doğaya olan özlemlerini minyatür olarak karşılamaktadırlar. Genellikle bonsailerin iklime ayak uydurmaları çok zordur.
Bundan dolayı bonsailerin yetiştirilmesi özel bir ilgi gerektirmektedir, yetiştirilirken ağacın doğal özelliğine toprağın nemliliğine, seçilen saksının özelliklerine, ışık ve doğal koşullara çok dikkat edilmelidir.
Bu koşullar sağlandığında ufak balkonlu bir ev bonsai koleksiyonu için yeterlidir. Aslında ağırlıklı olarak dış mekân ağaç ve çalı türlerinden bonsai yapılsa da çokça bilinen ev bitkilerinden de bonsai yapılmaktadır. Bunlardan Ficus en popülerlerindendir. Açelya, şefleradan da bonsai yapılmaktadır. En ufak bonsailere verilen isim mame (fasulye) dir. En popüler bonsailer ise yaklaşık boyları 15 cm kadar olanlardır.
Bonsai yetiştirmek biraz bahçecilik bilgisi ve sabır gerektirir.
Bonsai yapmak isteyenlerin en çok yaptığı hata bonsai adayı ağaç, çalı veya bitki türünü hemen dar ve sığ bir kaba alınarak yapılmaktadır. Bu istenilen sonuca ulaşamama hatta bitkinin ölümüne sebep olmaktadır. Bonsainin istenilen forma ulaşıncaya kadar mümkün olan en bol topraklı bir yerde veya mümkün olan en büyük saksılarda serbest ve hızlı büyüme sağlanmalıdır. Düzenli olarak sulaması ve gübrelemesi yapılmalıdır. Ancak bu şekilde istenilen sonuca hızla ulaşılır.
Eğer doğadan bir bonsai adayı bulabilirseniz yıllarla ifade edilebilecek bir zaman tasarrufu sağlamış olursunuz. Doğadan bulunan bonsaiyeYamadori denmektedir. İyi bir bakımla 3 sene gibi bir zamanda dal ve kök terbiyesiyle istediğiniz forma sokabilirsiniz.
Özgün özelliklere sahip bonsailer çok yüksek fiyatlara alıcı bulabilmektedir." (Kaynak:http://tr.wikipedia.org/wiki/Bonzai)


21 Ocak 2012 Cumartesi

Bakan Eker de furyaya uydu canlı yayında lıkır lıkır süt içti

Bakan Eker de furyaya uydu canlı yayında lıkır lıkır süt içti
"Tarım Bakanı Mehdi Eker, sütün kanser yaptığı iddialarını değerlendirdi. Star TV'de canlı yayında süt içen Eker, 'Anneler korkmadan çocuklarına süt içirebilirler' dedi. Benzer görüntüler geçmişte hem Türkiye, hem dünyada birçok kez yaşandı. Bunların en ilginci de 1986'da Sanayi Bakanı Cahit Aral'ın meşhur çay içme sahnesiydi...
Sütün kanser yaptığı iddiaları gündemdeki yerini korurken, Tarım Bakanı Mehdi Eker, Star TV'deki Melek programında konuyla ilgili değerlendirme yaptı. Eker şunları söyledi: 'Bir bardak sütte fırtına koparıldı. Bir cümle çekilip manşete çekildi. Biz bu doğru değil dedik. Bizim başlattığımız sistemle tarladan sofraya kadar bütün üretilen bütün gıda maddeleri denetleniyor. Sanayide işlenen süt güvenilir süttür. Ambalajlanan süt, denetleniyor. Birçok aşamadan sonra paketlenip satışa sunuluyor. Süt çok sağlıklı bir içecek. Her yaştaki insanın tüketmesi gereken bir içecek. Güvenilirdir. Gönülrahatlığıyla anneler, kendileri tüketibilirler. Çocuklarına korkmadan içirebilirler.'
ANNELER KORKMADAN ÇOCUKLARINA İÇİREBİLİRSOKAK sütlerinin sağlıksız olabildiğini aktaran Mehdi Eker şöyle devam etti: 'Onların denetimi yeteri kadar yapılamıyor. İçine bir şey katıldı mı bunu bilmiyorsun. Ambalajlı süt çok daha güvenlidir.' Annelerin korkmadan çocuklarına süt içirebileceğini belirten Eker, kendisi de canlı yayında süt içti." (kaynak:http://www.aksam.com.tr/bakan-eker-de-furyaya-uydu-canli-yayinda-likir-sut-icti--93851h.html)
   Kafa karışıklığı yaratan "sokak sütü mü-sanayi sütü mü" tartışmalarına sayın bakan, son noktayı koymuş...Şaka bu yana gerçekten önemli bir mevzu olan bu konuya benzer tartışmalar zaman zaman medyada yer buluyor. Özellikle sabah programlarında boy gösteren doktorlar, yasaklar listesi açıklayıp halkı panik içine sürüklüyor. Ardından "İçiniz rahat etsin" şeklinde söz konusu doktorlar yalanlanıyor. Açıkçası ben hiçbirine inanmıyorum. Doktorlar kendi reklamlarını mı yapmak istiyor sorusu aklıma gelmiyor değil. Burada kimseyi karalamak istemediğimi de belirtmek isterim ancak işin gerçeği insan kime inanacağını bilemiyor. Zira bigün savunulanın ertesi gün tam tersi savunuluyor.

Adam idare etme sanatı

   Dünkü Akşam gazetesinden Sevim Gözay'ın köşesinden...  
"Mehmet Ali Birand'ın Başbakan Erdoğan'la yaptığı görüşmenin izlenimlerini bir solukta okudum. Her anı ayrı 'insani' olan görüşmeden çıkan, 'Eve geç geldiğimde Emine Hanım kızıyor' itirafının ise hastası oldum! Budur işte: Kocası Başbakan bile olsa, kadın 'kadın'dır... Ah nasıl isterdim Emine Erdoğan'la kadın-erkek ilişkilerini konuşmayı! Eminim ondan öğrenecek çok şey var. Hiç de abartmıyorum. Söz meclisten dışarı: 'Eşeği' zamanında kendi isteğiyle kaybetmiş, şimdilerde ise bulup da sevinmeye çabalayan bir acayip nüfusuz, biz 'şimdiki zaman kadınları'...
GDK: GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ KADINLAR
Biziz onlar... Erkeğin bütün rollerine soyunduk. İş, aş kovalamaya alıştık. İstersek pantolon, boxer giyeriz. Saçımızı kısa keseriz. Yemeği dışarıda yer, eve istediğimiz saat döneriz. Kendi kazandığımız parayı harcar, canımızın istediğiyle, canımızın istediği türlü takılırız. Şansımız yaver gittiğince gücün, iktidarın tadını çıkarırız. 'Bu dünya yetmez' şarkısına vurgunuz. Hep daha fazlasını isteriz. Şahaneyiz! Hatta süper de, arada bir şeyi atladık biz: Doğanın tayin ettiği gibi olmayı! Bugünkü ilişkilerde bizi en çok yoran da bu aslında. Annelerimiz gibi kadınlar değiliz çünkü biz artık. İlişkilerimiz kolay kolay yürümüyor. Çünkü bir erkeğe 'verebileceklerimiz' çok şaibeli esasen: Aşk, evlilik, çocuk... Alayını istiyoruz! Fakat 'fedakarlık' bize göre değil... Susup sineye çekmek bize göre hiç değil... Şükredip oturmak desen öyle... Adam pohpohlamayı bilmeyiz. Görmezden gelmeyi, alttan almayı öldür Allah beceremeyiz. Evi çekip çevirmek, ha deyince masaya üç çeşit yemek dizmek, yanı sıra çocuk büyütüp, üstüne de adama sahip çıkmak... Ha? Ne? Efendim?! Yabancı bir dilde konuşuyorum gibi geldi bana bile bir an. O kadar uzağız işte artık meseleye!" (kaynak:http://www.aksam.com.tr/adam-idare-etme-sanati-5250y.html)
    (İşte günümüz modern/kentli/eğitimli kadınının yaman çelişkisi - zeze) 

20 Ocak 2012 Cuma

SERENAD - Zülfü LİVANELİ


   Dün akşam bitirdiğim "Serenad" adlı kitap hakkında ne yazmalıyım bilmiyorum aslında. Şöyle başlarsam: Hikayeyi bir kadının ağzından anlatmış Z.Livaneli. İç içe geçen öyküler, yazarın akıcı dili sayesinde gerçekten keyif alarak okunuyor. 
 İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudiler'in nasıl katledildiğini bilmekteyiz. Roman, o döneme ait pek de bilinmeyen/bilip de bilmemek istenen (belki de) gerçek mevzular üzerinden akarken kurgu olan karakterlerle birleşiyor. Yalın olmasının yanında samimi bir üslup kullanan Livaneli gerçeklere yer verirken  tarihten alıntılarla pekiştiriyor romanını. İnsanı araştırmaya itiyor hatta. 

  Örneğin bahsi geçen Struma Gemisi için:

  Okuyacak olanlar için fazla ayrıntıya girmek istemeyip "ille de okuyunuz" demekle yetiniyorum.

Keyifli okumalar...

19 Ocak 2012 Perşembe

Zuhal Olcay - İyisin


   Eşim şarkı sözlerini değiştirerek söylemeye bayılır. Sabah yine bu şarkının sözlerini kendi yorumuyla şöyle mırıldanmaktaydı: "BEN ÇOK MÜKEMMEL BİRİYİM, EKOL MÜYÜM NEYİM?" ...gibi gibi devam etmekteydi. Sabah ilk duyulan şarkının insanın diline dolanması kuralına istinaden bütün gün dilimde olan bu şarkıyı Zuhal Olcay'ın yorumuyla dinlemek istedim. Zaten bayılıyorum ben bu kadına...Klip de çok orjinalmiş yalnız...Keyifli seyirler...            


17 Ocak 2012 Salı

Ye, Dua Et, Sev

                                                    

    Julia Roberts ve Javier Bardem; her ikisi de son derece beğendiğim oyuncular olduğundan bu filmi görmem gerek diye düşünmüş ama vizyondayken kaçırmıştım. Hafta sonu eve alıp izleme şansımız oldu.
   Filmin özeti şöyle:  Elizabeth Gilbert’in filmle aynı ismi taşıyan ve kendi hayat deneyiminden yola çıkarak yazdığı kitaptan beyazperdeye uyarlanan filmde, acılı bir boşanmanın ardından kendini bulma ümidiyle İtalya, Hindistan ve Bali’yi kapsayan uzun bir gezi turuna çıkan Elizabeth’in hikayesini anlatıyor. (kaynak: http://www.beyazperde.com/filmler/film-121807/)
   Filmi beğendim mi peki?  Filmi "gezelim-görelim-eğlenelim" tadında izlersek keyifli gerçekten...İtalya, Hindistan ve Bali'ye  misafir olurken keyif alıyor izleyici. Ancak "kendini bulma" yolundaki Liz' in bunu nasıl  başardığının içi hiç doldurulmadığından havada kalıyor çok şey...Film Julia Roberts'ın güzelliğini seyretmek hatrına izleniyor belki ama bu o bile sıkıcılıktan kurtaramıyor filmi...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...